Temel Güven Dönemi
Temel güven:
Bu öncelikli olarak bebeklik döneminde karşılanan ve oluşturulan bir ögedir. Özellikle annenin, bebeğin her ihtiyacına anında yanıt vermesi sonucunda bebekte güven duygusu oluşacaktır. Bazı bebekler, anneleri ortadan kaybolduğu anda uzun süreli ağlama krizleri yaşamakta ve hatta anneleri yanlarına geri döndüğünde bile ağlamaları durmamaktadır bunun altında yatan temel sebep güvensizliktir; bebek, annesinin gittiğini ve bir daha geri gelmeyeceğini düşünmektedir. Buradan anlaşılması gereken nokta; annenin, bebeğin ihtiyaçlarına yeterli yanıtı vermemiş olması ve bunun sonucunda bebekte oluşan güvensizliğin ise öfke ve kaygı duygusuna dönüşmesidir. Anne, bebeğim ihtiyaçlarına ya bazen yanıt vermekte ya da hiç yanıt vermemektedir bu da bebekte güvensizliği oluşturmaktadır. Oysa anne, bebeğin ihtiyaçlarını karşıladığında, bebeği sakinleştirdiğinde, bebek; annesinin ortadan kaybolmasını normal karşılamakta ve tepki göstermemektedir çünkü annesinin geri döneceğini bilmektedir, bebekteki güven duygusu tamdır. Bebeğin zihninde, annenin varlığı nettir yani o an ortadan kaybolmuş olması onun tamamen kaybolmuş olması anlamına gelmemektedir. Bu noktada bebek rahat ve sakin olmaktadır, kaygı dolmasını gerektirecek bir durum olmadığının farkındadır.
Bebeklik çağında temelleri atılan güven ya da güvensizlik, çocukluk çağında daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Buradaki “güven” kavramıyla kastedilen sadece karşı tarafa olan güven duygusu değildir, burada hem karşı tarafa hem tüm çevreye hem de en önemlisi bireyin kendisine olan güven duygusundan söz edilmektedir. Bebeklikte temeli atılan güven duygusu, kişinin tüm gelişim sürecini etkileyecektir. Güven duygusu oluşan çocuk; zihnini “terk edilme” korkusundan dolayı oluşan kaygılarıyla meşgul etmeyecektir. Zihni böyle yorucu düşüncelerle meşgul olmadığı için de yaratıcı bir birey olma ihtimali daha da yükselecektir çünkü zihnini kendi yaratıcılığını geliştirebilecek olan uğraşlarla meşgul edecektir.
Bilindiği üzere, yaratıcılığın gelişmesi için kişinin zihninin rahat olması gerekmektedir, zihin müsait olduğu sürece çocuk kendisini daha kolay keşfedecektir. Çevresinden şüphe duymayacak, onların her hareketinde bir art niyet aramayacaktır. Çocuk; bebeklik döneminde güven duygusunun temeli atıldığı için dünyanın yaşamaya değer, güvenli bir yer olduğu düşüncesini pekiştirecek ve insanların iyi niyetinden şüphe duymamayı öğrenecektir böylelikle kişilerarası ilişkilerinde daha yapıcı olacak ve iletişim becerileri de gelişecektir. Ve en önemlisi çocuğun kendine olan güveni gelişecektir, çocuk bir birey olarak kendisine önem verildiğini, ihtiyaçlarının çıkarsızca karşılandığını gördükçe “Sevilmeye değer biri” olduğuna olan inancı artacak ve bu doğrultuda kendisini sevmeyi ve kendisine güvenmeyi öğrenecektir.
Kendine olan güveni, okul ve sosyal hayatında başarıları da beraberinde getirecektir. Risklerden korkmayacak, cesaretle hedeflerine doğru ilerleyecektir. Kendisine olan sevgisi ise, mutlu olmasını ve çevresine sevgi vermesini sağlayacaktır. Çocuk, sevginin insanı ne kadar iyileştirdiğini fark ettikçe, sevgisini yaymayı öğrenecektir. Kişilik gelişimi de bu sayede bir hayli olumlu etkilenecektir. Güven duygusu oluşmayan çocuk; Sürekli olarak terk edilme ve kaybetme korkusu yaşayacaktır, bu korkusunun hedefi önce aile bireyleri olacaktır, zamanla öğretmenleri ve arkadaş çevresine yansıyacak ve daha ileriki dönemlerde ise sevgili, eş, iş kaybetme korkusuna dönüşecektir. Bu korkuları, onun tüm hayat düzenini sarsacak, işlevselliğini bozacak, içine kapanmasına ve kaçmasına neden olacaktır. Bunun sonucunda ise çocuk ne kendisini keşfedebilecek ne de yaratıcı bir birey olabilecektir. Sürekli olarak çevresindeki insanların hareketlerinden şüphe duyacak, kendisine karşı gösterilen saf bir iyilikte bile art niyet aramaya başlayacaktır.
Kişilerarası ilişkilerinde hep yıkıcı olacak, kendi iç dünyasında yaşadığı korku ve güvensizlikleri karşı tarafa yansıtacak ve sanki karşısındaki onu bir gün terk edecekmiş gibi onu suçlayacak (Bunu bazen karşı tarafa iletmekte bazense iletmemektedirler ama karşılarındaki insan eğer ki onu iyi tanıyorsa bunu anlayabilmektedir.) ve sonunda kendileri karşı tarafı terk edip gideceklerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; bireyin, terk edilmeye karşı olan korkusunun aslında ne kadar derin olduğudur. Bu korkusunun gerçekleşmesine karşı tahammülü çok az olan birey, karşı taraf onu terk etmeden önce kendisi karşı tarafı terk etmeyi seçmektedir. Burada ise tamamen kaçma durumu söz konusudur üstelik çoğunlukla bu terk edilme düşünceleri sadece bir düşünceden ibaret olmaktadır. Terk edip giden kendileri olduğu halde, kendilerinde hiç suç bulmamakta ve hatta sanki terk edilip giden kendileriymiş gibi davranmakta, karşı tarafa nefret ve öfke saçmaktadırlar.
Bunun nedeni ise; “Zaten bir gün beni terk edecekti, benim gibi birine ihtiyacı yok. Benden daha iyisini bulduğunda beni bırakacağından emindim. O zaman bu acıya dayanamazdım o yüzden en başında bitirdim ama bunun suçlusu ben değilim o çünkü güvenilecek bir tarafı yok, beni sevmediğine eminim.” düşüncelerinin çok fazla yoğun ve baskın olmasıdır. Terk edip gittikleri insan, onlara tüm sevgilerini gösterse bile hiçbir zaman tamamen emin olmayacak, hep şüphe duyacak ve hep korkularından dolayı yıkıcı davranacaklardır. İşin kötü tarafı ise çoğu güzel ilişkilerini (aşk, dostluk) bu gerçekdışı düşünceleri yüzünden mahvetmeleri ve bunun farkında bile olmamalarıdır. Kendileri terk edilme korkularının düşüncesinden bile acı çekmekteyken, bunun gerçekleşmemesi için ellerinden geleni yaparlarken aslında karşılarındaki insanı terk edip giderek kendi korkularını onlara yaşatmaktadırlar.
Kendileri yıkılmaktan korkarken, sevdikleri insanların yıkılmasına neden olmaktadırlar. En sonunda ise tüm bu şüpheler ve kaygıları onların tüm ruhunu, zihnini ele geçirmekte ve hiçbir şey yapamaz hale gelmektedirler. Bir zehir gibi önce kendi hayatlarını daha sonra ise çevresindeki insanların hayatını olumsuz yönde etkilemektedirler. Anlaşıldığı üzere bu bireylerin kendilerine olan güveni yok denecek kadar azdır, hiçbir konuda kendilerine güvenmemekte ve hatta sevilmeye layık biri olduklarına inanmamaktadırlar. Bebeklik çağında yaşanan bu güvensizlik duygusu öncelikli olarak çocukluk çağında kendi içlerine kapanmasına, okul ve sosyal hayatlarında başarısız olmalarına, cesaretli davranmamalarına, başarabileceklerine dair inançları olmadığı için başarıdan kaçmalarına, kendilerini sevmemelerine neden olmaktadır. Kendisini sevmeyen bir insanın başkalarını sevebilmesi mümkün değildir, kendisine acımayan bir insanın başkalarına acıması mümkün değildir çünkü kişi bunları nasıl yapacağını bilmemektedir. Bu yüzdendir ki kişilerarası ilişkilerinde telafisi olmayan problemler yaşamaktadır, “Ben sevilmeye layık biri değilim.” düşüncesi öncelikli olarak kendisini sevmesini engellemekte daha sonra ise başkalarının kendisine karşı gösterdiği sevgiden şüphe duymasına neden olmaktadır.
Sevgisizlik içinde geçen bir hayat, kişi için fazlasıyla yıpratıcıdır, kişi iç dünyasında yaşadığı bu yıkımı zamanla dış dünyaya da yansıtmaya başlayacaktır. Tıpkı kendisini sevmeyi öğrenen birinin başkalarını sevebilmeyi öğrenmesi gibi yıkılmayı öğrenen biri de başkalarını yıkmayı öğrenecektir. Görüldüğü üzere aslında bebeklik çağında yapılan en ufak bir davranış bile beyinde o şekilde kodlanmakta ve tüm gelişim sürecini de o doğrultuda etkilemektedir. Bu düzeltilmesi zor bir durum olsa da kişinin korkularıyla yüzleşmesi sağlanmalıdır; neden korktuğu, korkunun ne zaman başladığı, hangi durumlarda daha çok tetiklendiği, korkuları gerçekleşirse bunun sonucunda nasıl hissedeceği ve neler yapabileceği, şüphelerinin bir kaynağı olup olmadığı araştırılmalı, bunları anlatmasına fırsat sunulmalı ve anlaması sağlanmalıdır. Bireyin, bastırdığı düşünceler ortaya çıkarıldıkça ve onlarla yüzleştikçe, onlara karşı savaşması daha da kolaylaşacaktır.